aposto-logo
TR
TREN
Bültenler
Radyo
Üyelik

Bültenler

Radyo

Aposto Üyelik

Aposto Hakkında

Kategoriler

16 Günlük Aktivizm

Aposto!, Toplumsal Cinsiyete Dayalı Şiddete Karşı 16 Günlük Aktivizm kapsamında 16 Kasım'dan 10 Aralık İnsan Hakları Günü'ne dek ANGST, Aposto! Gündem, Punto, Quando, Spektrum, Pareto, apéro, Duende, Soli yayınlarında Türkiye'de kadın haklarına, kadın hareketine, insan haklarına, LGBTİ+ haklarına ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dair makalelere, röportajlara yer veriyor.

15 Hikâye

İnsan hakları ihlaline giden yol: nefret söylemi

“Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar.” - Madde 1 “Herkesin kanaat ve ifade özgürlüğüne hakkı vardır” - Madde 19 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde yer alan ve tüm insanların hak ve saygınlık açısından eşit ve özgür olduğu kabulünden köklenen 30 madde, doğuştan gelen temel hak ve özgürlükleri bireylere, kurumlara ve devletlere karşı güvence altına alıyor. İnsan hakları ihlali nedir? İnsan hakları ihlali; devlet, kurum ya da bireylerin belirli bir topluluk ya da kişilerin temel haklarına yaptıkları müdahale ve engellemeleri tanımlıyor. Kadın cinayetlerinden George Floyd’un ölümüne, Arakanlı Müslümanların Myanmar'da uğradıkları saldırılardan LGBTİ+ topluluklarının ülkelerde maruz kaldıkları ayrımcılığa, haksız tutuklamalardan internet kısıtlamalarına kadar birçok olay, insan hakkı ihlali olarak değerlendiriliyor. Türkiye’deki insan hakları ihlalleri TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanvekili ve CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, Türkiye'de son 11 ayda yaşanan hak ihlallerini açıkladı. Rapora göre; Son 11 ayda Türkiye'de insan hakları ihlali nedeniyle toplam 2.344 kişi yaşamını yitirdi. 2.953 kişi işkenceye ya da kötü muameleye maruz kaldı. Son 11 ayda 290 kadın öldürüldü, 1.853 "iş cinayeti" yaşandı. Örgütlenme özgürlüğü ihlallerine de değinen Tanrıkulu, son bir yılda 37 parti, dernek ve meslek örgütünün basıldığını açıkladı. Tanrıkulu, bu süreçte yazıları, konuşmaları ya da genel olarak ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilebilecek etkinlikleri nedeniyle 34’ü gazeteci, yazar ve yayıncı olan en az 78 kişinin hapis ya da para cezasına mahkûm edildiğini aktardı. İhlallerin nedenleri? Nedenler söz konusu olduğunda rejimlerin otoriterleşmesi, iç savaşlarda yaşanan artış; silahlanmanın, terör olaylarının, yoksulluğun artması, pandemi döneminde uygulanan kısıtlamalar, kadınlara ve çocuklara yönelik şiddetin artması gibi başlıklar sıralanıyor. Bunların yanı sıra bireylerin bireylere uyguladığı hak ihlallerine yol açan ve kutuplaşmayı körükleyen, arka planda kalmış bir neden daha bulunuyor; nefret söylemi. Arka planda bir neden: Nefret Söylemi Hrant Dink Vakfı nefret söylemini, “Bir kişinin veya grubun din, dil, etnik kimlik, engellilik, yaş, cinsiyet, cinsel yönelimini hedef alan önyargıya dayalı olumsuz ve saldırgan ifadelerdir. Hedef alır, ötekileştirir ve düşmanlaştırır.” ifadeleriyle tanımlıyor. Bugün hem sosyal medya gibi alternatif medya kanallarında hem de geleneksel medyada nefret söylemine çokça rastlanıyor. Geleneksel medyada nefret söylemleri Geleneksel medyada din, dil, ırk ayrımının yanı sıra yayın organının siyasi görüşüne karşıt gruplara ve cinsiyet ayrımcılığına yönelik nefret söylemleriyle de sıklıkla karşılaşılıyor. Medyanın kullandığı haber dilinin yanı sıra özellikle siyasilerin de kullandıkları nefret söylemlerini haberleştirmeleri bu ifade biçimini daha görünür kılıyor. Bu konudaki görüşlerini Aposto!'yla paylaşan Yaşar Üniversitesi İletişim Fakültesi Yeni Medya ve İletişim Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sevda Alankuş, özellikle kadın hakları odağında, haberciliğin mevcut kod ve etiğinin bizzat hak ihlallerine neden olan bir anlatı formu kazanmış olduğunu vurgulayarak şu yorumu yapıyor: “Örneğin neyin haber olup neyin olmayacağına, hangi haber kaynaklarının kullanılması gerektiğine dair kodlar, haberi, hegemonik eril zihniyeti ve dili temsil ederken kadın hakları ihlali yapan bir formata dönüştürmüştür. Bu da karşımıza kadınların ancak bir suçun mağduru veya faili olduklarında veya sıra dışılık, ünlü olmak kriterleri etrafında haber konusu yapılmaları dolayısıyla olumlu haberlerin öznesi olamamaları, bir hak ihlali nedeniyle haber olduklarında yeniden hak ihlaline uğramaları, hatta haber doğrudan kadınlarla ilgili olmadığı durumda bile bu ihlalin ortaya çıkması gibi bir durum yaratmaktadır.” Peki ya alternatif medya? Özellikle sosyal medyanın insanların hayatına dâhil olmasının ardından bireysel nefret söylemlerinde de artış görülüyor. İnsanların “anonimliği” kullanarak kimliklerini gizleyip kendilerini daha “rahat” hissetmeleri ve sosyal medyanın direkt olarak eleştiri için kanal yaratıyor olması bu durumun nedenleri arasında gösteriliyor. Siyasilerin söylemlerinden, kurumların odaklarından ve medyanın dilinden etkilenen birçok kişi nefret söylemini “eleştiri” olarak yorumlamaya ve aradaki çizginin sınırını inceltmeye başlıyor. Mutlu Binark ve Tuğrul Çomu, makalelerinde bu konuyu şöyle ele alıyor: “Kanıksanan nefret söylemi nefret suçlarını örgütleyebilmektedir. Birbiri ardına gerçekleşen tüm nefret söylemleri ve nefret suçları İnternet’in nefret söyleminin yayılmasındaki etkisini ve gücünü göstermektedir. Nefret söyleminin sokağa taşınması, “nefret suçuna” dönüşmeye teşvik edilmesi ve bu söylemin pervasızlığı karşısında ne yapılmalı sorusunu bu noktada sormalıyız. Sosyal medya ortamlarının nefret söylemini doğal bir zihin örüntüsü-yapısı kılmak ve nefret suçlarını övmek için kullanılması ifade özgürlüğü değildir.” Ne yapılmalı? Hem alternatif medyada hem de geleneksel medyada kullanılan nefret söyleminin aşılması için bir “barış dili” oluşturulmasının gerektiği sıklıkla söyleniyor. UCL Birkbeck Institute konuk öğretim üyesi Prof. Dr. Yasemin Giritli İnceoğlu, geleneksel medyada ifade özgürlüğünün kısıtlanmaması gerektiğini vurgulayarak “Medya ‘biz’ ve ‘onlar’ kutuplaşmasını güçlendirmekten ziyade; karşılıklı anlayış, saygı, kimlikler/kültürlerarası diyalogu sağlıklı sürdürebilmek adına kelimelerin ve imgelerin gücünü doğru kullanmalıdır.” diyor. Binark ve Çomu ise her şeyden önce bir barış dilinin gerektiğinin altını çizerek “Nefret söylemi yayan, farklı olanı hedef gösteren ve nefret suçunu teşvik eden haber sitelerini, okur yorumlarını, web sitelerini, Facebook gruplarını, Twitter mesajlarını ‘şikayet et kaldır’ yoluyla yeni medya ortamından belki ‘yok edebiliriz.’” ifadelerini kullanıyor. Gelin önce birbirimizi anlayalım... Gelin önce birbirimizin acılarına saygı gösterelim... Gelin önce birbirimizi yaşatalım. -Hrant Dink

İnsan hakları ihlaline giden yol: nefret söylemi

Aralık 10, 2021

·

Makale

MEDYADA KADIN TEMSİLİ

Medyada kadın ve kadınlık rollerinin tartışmaya açılması, kadına atanan cinsiyet rollerinden şikayet etmek için uygun zemini hazırlıyor. Zira kadın, temsil ettiği kimlikler bağlamında geleneksel rollerin dışına çıkamadıkça güçlü bir isyanın da kapısını aralıyor. Ataerkil söylemlerin tekrar üretildiği medya ürünlerinde, kadın sıkıştığı rollerin içinde bir hayat sürdürmeye devam ediyor. Sinemada, televizyonda ya da reklamda kimliksiz kalan kadın kendine yabancılaşıyor ve yan karakter olmaktan öteye geçemiyor . Reklamda kadın, istenilen ve arzulanan bir obje über ’in kurucu ortağı ve kreatif direktörü Hande Arslan , kadının reklamda istenen, arzulanan ve ulaşılan ürünlerle eşleştirildiğini söylüyor . Reklamcılık sektöründe 22 yılı geride bırakan Arslan’a göre kadın bedeninin arzu objesine dönüştürülmesi yeni değil — mesleğe başladığı dönemde de reklamdaki kadın sesinin kadife bir tonda olmasına özen gösterildiğini belirtirken kadının "' yatak odası ses tonu'nu kullananları makbuldü,” diyor. Nitekim reklamdaki kadının cinselliği, bireyi sistematik bir tüketime yönlendirmek üzere kurgulanıyor. Hâl böyle olunca reklamın öznesi kadının reklam metninde nesneye dönüşmesi de şaşırtmıyor. Ötekileştirilen kadın kendisine biçilen cinsiyet rollerinin bayrak taşıyıcısı oluyor. Arslan, takdir görmeyi bekleyen, ihtiyaç sahibi kadınların da reklamın tanıdık simaları arasında yer aldığını ifade ediyor: “Hâlâ Türkiye’deki reklamlarda hayatın yükünü, çilelerini taşıyan, 5 kolu 3 bacağı olup her yere yetişen, Allah vergisi dünya güzeli bir kız bir erkek çocuğu olan — hiç 2 erkek ya da tek çocuk değil; çocukların hiçbiri de büyük burunlu değil — yaşlanmamak için kremini de süren, sabahın kör vakti de olsa kalkıp sporunu yapan, sağlıklı beslenip çocuklarını da öyle besleyen, kocasına yeterince ilgi gösterebilen, hatta abartıp kendine zaman da ayıran, mümkünse mutlaka anne, yok değilse bile evli ya da nişan yüzüklü, Instagram’da like’larını bol kepçe alan bir kadın profilinin etrafında dönüyoruz ya da erkeklerin patron olduğu, kadınların annelikten ve hayatın diğer yüklerinden ötürü iş hayatında erkeklere sunum yapan, gücünü yine ‘kanıtlamaya’ çalışan hâllerini izliyoruz.” Yıllar içinde görece bir iyileşme yaşanmıyor değil. Bu değişikliği “ Kadınların kendilerini ifade ediş biçimleri, toplum içinde varoluş biçimleri daha çok düşünülerek dillendiriliyor ,” şeklinde yorumluyor. Reklamda evin yükünü sırtlanan kadınların varlığı yavaş yavaş silikleşiyor. Yaratılan imgesel gerçeklik şekil değiştirirken normatif değerlere meydan okuyan markalar da göz önüne geliyor . Yine de Arslan’ın “Bir kadın reklam yazarı olarak erkek reklam yaratıcılarının bu konuyu iyi niyetli bir şekilde anlamaya çalıştığını düşünüyor ama daha çok yollarının olduğunu hissediyorum,” sözleri, pek de iyimser bir tablo olmadığını bir kez daha hatırlatıyor. Türkiye’deki Effie Ödüllü Televizyon Reklamlarının 10 Yıllık Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Karnesi Araştırması Kaynak: Reklamverenler Derneği ve Bahçeşehir Üniversitesi Sinemada kadın, boynu bükük ve fedakâr Öte yandan kadın imgesinin heteronormatif sistemlerde yeniden yaratılması, medyanın kesişim noktasındaki her üründe karşımıza çıkıyor. Bu anlamda sinemadaki kadın temsilinin de reklamdan farklı olduğunu söylemek mümkün değil. Televizyon dizilerinde hikâyenin öznesi kadınsa karakter kendini mutlaka bir “kadınlık dramının” içinde buluyor — çocuklarını kaybetmiş bir anne ya da eşi tarafından şiddete uğrayan bir kadın. Sinemada kadınlara televizyona kıyasla daha fazla alan tanındığını söylemek mümkün . Genel izleyicinin iştirak etmediği yapımlarda güçlü kadın karakterlere rastlamak da öyle . Seyirci boynu bükük, el mecbur erkeğine koşan kadınlar yerine dilin özgürleştirdiği kadınlarla yeni bir sinema deneyimi yaşıyor. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Gizem Parlayandemir , sinemadaki temsil pratiklerinde beklenmedik sürprizlerle karşılaştığımızı da dile getiriyor. Kadın hikâyelerini anlatmak için zaman var Öte yandan kadının erkeğin bir adım arkasında duran rolünde senaryonun fiziksel ve psikolojik şiddeti bir reyting aracı olarak kullanması eşitliğin ilkeselleştirilmesi için önümüzde uzun bir yol olduğunu gösteriyor. Parlayandemir’in “sorunları çözmek için sanat ya da medya bu konuları tartışmaya açabilir ama bunu yaparken mağdurların mağduriyetlerini artırmamak, travmalarını tetiklememek; toplumdaki kadınları da sindirmemek; faillere ya da potansiyel faillere de haz almalarını ya da cüret kazanmalarını sağlayacak medya metinleri sunmamak gerekiyor ,” yorumu, yanlış temsil biçimlerinin gerçek hayatta farklı karşılıklar bulabileceğine işaret ediyor. Hatalı temsillerin can sıkıcılığına sırt çevirip hegemonik erkekliğin hüküm sürdüğü hikâyeleri yer altındaki tozlu depolara itmek de bir seçenek . Kadın hikâyeleri anlatmak için hâlâ zaman varken — şimdi .

MEDYADA KADIN TEMSİLİ

Aralık 7, 2021

·

Makale

Türkiye’de kadın mücadelesi: Şiddet, isyan ve dayanışma

Geçtiğimiz günlerde öldürülen son kadının ismini anarken saat gece yarısını geçmişti, Bahariye Caddesi’nde yürüyordum. Tek başıma yürümekten korktuğum için yanımda bana eşlik eden biri vardı. Saat sokakta yalnız olmanın pek de hoş karşılanmadığı bir aralığı gösteriyordu. “Bana ne zaman sıra gelecek acaba?” “Üzgünüm.” “Bence de üzgün olmalısın." Ertesi gün saatin sivil yaşamı onayladığı bir vakitte metroda bir erkek, bir kadına bıçak çekerken görüldü. "Demek ki saatlerin de önemi kalmadı artık" diye düşündüm. Her an, her yerde, her gün olabilir. Bu yazı yayımlandıktan birkaç saat sonra ben de nefes almayabilirim. Bir kadının bir erkek tarafından yalnızca kadın olduğu için öldürülmesine femicide (kadın cinayeti) deniyor. “Devletin kadını korumadığı, cinayetleri önlemediği, faili cezalandırmadığı bir düzende cinayetin sistematik hâle gelmesi” ise feminicidio (cinskırım) olarak tanımlanıyor . Günde en az üç kadının yaşamını erkeklerin elinde yitirdiği Türkiye’de, problemin temel kaynağına - toplumsal cinsiyet eşitsizliğine - dikkat çekmek gerekiyor. Nitekim problemi çözmenin yolu problemi tanımak, sonra anlamak ve buna yönelik sürdürülebilir çalışma yürütmekten geçiyor. Aposto!’ya konuşan Mor Çatı gönüllüsü Selime Büyükgöze de “Kadın cinayetleri, kadınlara yönelik sistematik erkek şiddetinin sonucudur. Erkek şiddetinin kaynağıysa toplumsal cinsiyet eşitsizliğidir. Bu nedenle kadın cinayetlerini engellemenin yolu toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ortadan kaldırmaktan geçiyor.” diyor. Eşitsiz güç dengeleri Toplumsal cinsiyet eşitsizliği; toplumsal cinsiyet rolleri oluşturulmasını, bu rollerin hegemonik erkeklik temsilleri çerçevesinde hiyerarşik bir sistem üzerine kurgulanmasını ve güç dengesinin aynı erkekliğe hizmet etmesini kapsıyor. Erkeklik de nicedir dünya devletlerinin gittikçe artan otoriterleşme eğilimlerinin önemli bir parçası olarak karşımıza çıkıyor. Bu eşitsizlikte, şiddetin önlenmesi için atılan her adım geçici bir paravan görevi üstleniyor; zira Türkiye gibi toplumsal cinsiyet eşitliğinin olmadığı ülkelerde kadına yönelik şiddetin önlenmesi de mümkün olmuyor . Geçici çözümler yalnızca o ay hayatını kaybeden kişi sayısını azaltıyor. Kadın ve erkek arasında eşitsiz bir güç çatışması yaratan ataerkil sistemlerde, bu sistemin dışındaki bireylerin şiddetle karşılaşması da artık eskisi gibi şaşırtıcı değil. Kabullenilmiş çaresizliğin etkin olduğu toplumlarda kolektif bilinç ve ortak akılla savaşılması gereken şiddet mekanizmalarına dur diyebilmek de giderek zorlaşıyor. Mücadelenin görünürlüğü Büyükgöze, toplumsal cinsiyet eşitliğini gerçek kılmanın devletin yükümlülüğünde olduğuna işaret ediyor. İstanbul Sözleşmesi de eşitliği sağlamanın bir parçası. Sözleşmenin temelinin “kadına yönelik şiddeti önleme, kadınları şiddete karşı koruma, failleri cezalandırma ve şiddetle mücadele etmekten sorumlu kurumlar arasında koordinasyonu kurmaya dayandığını” söyleyen Büyükgöze, “Kadın cinayetlerini önlemek devletin sorumluluğudur.” diyor. Son yıllarda kadın cinayetlerine yönelik kamuoyu tepkilerinin büyük kitle hareketlerine dönüşmesi umut verse de ölen kadınların ismi bir sonraki gün unutuluyor. Mücadele edilmesi gereken şeylerin sayısı arttıkça, normalleştirme ve duyarsızlaşma da beraberinde geliyor. ABD merkezli insan hakları hareketi Black Lives Matter’ın hayatını kaybeden kişilerin ismini sık sık anması da bu yüzden. Mücadeleyi görünür tutmak, farkındalığı artırıyor. Öte yandan Büyükgöze’nin de dediği gibi “Türkiye'de feminist mücadele günden güne büyüyor ve daha fazla kadın kendini feminist olarak tanımlamaya başlıyor.” 2010 yılında başlatılan Kadın Cinayetlerine İsyandayız kampanyası da benzer bir amaca hizmet ediyor. Büyükgöze, kampanyanın “kadın cinayetlerine dair farkındalığı artırmanın yanı sıra kadın cinayetlerinin politik olduğu” fikrini aşıladığını dile getiriyor. Kadın cinayetleri politiktir Aşk cinayeti gibi şiddete bahane bulmaya çalışan yakıştırmalar, kadının kadın olduğu için öldürüldüğü gerçeğini artık gizlemiyor; çünkü “cinsiyetçi gerekçelerle verilen haksız tahrik indirimleri” kadın cinayetlerini politikleştiriyor. Büyükgöze, kadın cinayetlerinde bir azalma olmamasını “Devletin şiddeti önleme sorumluluğunu yerine getirmemesinden, kadınları şiddete karşı koruyamayıp failleri cezalandırmak şöyle dursun ödüllendirmesinden kaynaklanıyor.” diye yorumluyor. İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlükte olduğu dönemde de gerektiği biçimde uygulanmadığının altını çizen Büyükgöze, “6284 sayılı kanunun uygulanmasında ve şiddet failleri erkeklerin cezalandırılmasında da ciddi sorunlarla karşılaştıklarını” belirtiyor. Bu sırada kadınlar eşleri, sevgilileri, ağabeyleri, babaları, komşuları tarafından; ev içinde, sokakta, ormanlık bir alanda, iş yerinde öldürülmeye devam ediyor . Büyükgöze’nin “Kadına yönelik şiddeti sona erdirmek devletin sorumluluğu, devleti bu konuda izleyip baskı yapmak ise hepimizin sorumluluğu.” sözleri; kadının hayatın her alanında özgürleşmesini sağlamak için önümüzde uzun bir yol olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.

Türkiye’de kadın mücadelesi: Şiddet, isyan ve dayanışma

Kasım 30, 2021

·

Makale

Kolektif bir dayanışma bilinci: SistersLab

Deloitte'un TÜBİSAD iş birliğiyle gerçekleştirdiği 2018 tarihli bir araştırmanın katılımcılarının %54'ü "erkeklerin bilgisayar ve teknoloji konusunda kadınlardan daha avantajlı olduğunu" düşünüyor. Aynı araştırmada "toplum kadın ve teknoloji imajını birbiriyle bağdaştırıyor mu?" sorusuna katılımcıların %76'sı "hayır" yanıtını veriyor. Meslek seçimlerinde ya da kariyer planlamalarında teknoloji, bilim, mühendislik gibi alanlarda kadın istihdamını ve görünürlüğünü artırmak iş dünyasında cinsiyetler arası uçurumları kapatmak açısından önem arz ediyor. Bu kapsamda; bilim, teknoloji, mühendislik, sanat ve matematik alanlarında toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadın güçlenmesi için çalışan SistersLab'le, diğer adıyla Bilim ve Teknolojide Kadın Derneği'yle konuşuyoruz. SistersLab; üç kardeş olan Hilal, Merve ve Nihal tarafından hayata geçirilen bir oluşum. Nihal toplumsal cinsiyet ve göç alanlarında, Hilal ve Merve ise eğitim teknolojileri alanında çalışıyor. SistersLab kendisini aşağıdaki ifadelerle tanımlıyor: Kendimizi bilim, teknoloji, mühendislik, sanat, matematik alanlarında toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadın güçlenmesini sağlamak amacıyla faaliyetler gerçekleştiren bir sosyal girişim olarak tanımlıyoruz. STEAM/DIY projeler üzerinde çalışan ve ürettikleri içerikleri sosyal medyada paylaşan Hilal ve Merve'nin paylaşımları, özellikle kız çocukları ve kadınlar tarafından ilgi çekiyor. 2018'de başlayan yolculuğun temelleri, Hilal ve Merve'nin teknoloji sektöründe karşılaştıkları sorunları, Nihal'in toplumsal cinsiyet bağlamında ele almasıyla atılıyor. SistersLab hayata geçtikten sonra Pisano gibi girişimlerin destekleriyle kız çocukları ve kadınlara yönelik temel eğitimlerle STEAM alanlarının tanıtılmasına hizmet edecek etkinlikler düzenlemeye başlıyor. Geçen süreçte gönüllü ağını genişleten SistersLab, 2021'de 70'ten fazla gönüllüsüyle sistemli hâle gelen çalışmalarını ortak bir çatıda toplamak amacıyla Bilim ve Teknolojide Kadın Derneği adıyla tüzel kişiliğini kazanıyor. Dernekleşmenin ardından SistersLab'in iş birlikleri, gönüllü kadrosu ve ortaya koydukları da çoğalıyor. Quando'nun sorularını yanıtlayan Merve Güngör'e SistersLab topluluğunun paydaşlarının kaygılarına, umutlarına, deneyimlerine dair kesişimleri soruyoruz. Güngör; özellikle STEAM gibi erkek katılımının yoğun olduğu alanlarda kadınların hak ettikleri yeri alabilmeleri için ayrıca müdahale etmek zorunda olduklarını düşünüyor. Güngör; dernek içinde kurdukları deneyim paylaşım alanında gözlemlediklerinden hareketle şu ifadeleri kullanıyor: Aynı pozisyonda çalışan bir kadın ve erkek, gerek çalışma arkadaşlarından gerekse üstlerinden benzer muameleyi görmüyor. Kadınlar pozisyonlar için henüz başvuru aşamasında “yeterli” olmadıkları ön yargısıyla değerlendirilmeye başlarken iş sürecinde kendilerini diğerlerine ispat etmek için uğraşmaları gerekiyor. Kadın olduğu için uğradığı ayrımcılığı dile getirenler ise “şımarık ve olayları abartan, hassas kişi” olarak tanımlanıyor. Herhangi bir anda gergin olması regl olacağı şeklinde yorumlanabiliyor. Bir erkeğe sorulmayan kişisel sorularla muhatap olmak durumunda kalıyorlar. Erkek meslektaşları tarafından mesleki becerileri çoğu zaman yetersiz kabul edilirken teklif etmeye bile gerek duymadan bir erkeğin meslektaşı olan kadına tavsiye verdiğini veya kadının uzmanlık alanına dair ona bilgi vermeye çalıştığını duyabiliyorsunuz. Bu durumda kadının daha deneyimli olması da bir şey ifade etmiyor ayrıca. Dayanışma ve çeşitlilik Güngör'e göre bu ayrımcı süreç daha eğitim basamağında başlıyor. "Erkek meslekleri", "erkek bölümleri" gibi kalıpların olduğuna dikkat çeken Güngör; "erkek mesleği" olarak görülen alanlara dâhil olmak isteyen kız çocuğu sayısının da toplumsal tepkiler sebebiyle hâlâ çok düşük olduğunu savunuyor. Yine de kadınların sektördeki bilinirliği ve başarılarıyla farkındalığın arttığını; kendileri için rol model olabilecek kadınları gören kız çocuklarının bu alanlarda kariyer hedeflemeye başladığını söylüyor. Güngör gücünü dayanışmadan ve çeşitlilikten alan SistersLab'in kız çocuklarının bilim ve teknoloji alanlarına yönelmesi, alanda öğrenim gören kadınların kariyer tercihlerinin çeşitlendirilmesi ve desteklenmesi, alanda çalışan kadınların karşılaştıkları zorluklara çözüm bulacak güç ve farkındalığa sahip olmaları, ayrıca kadınların yaşadıkları zorlukları ve kendilerini başarıya götüren süreçleri paylaşması için çalışmalar yürüten bir organizasyon olduğunu ifade ediyor. SistersLab’de farklı kişilerin farklı fikirleri ve yeteneklerini rahatlıkla ortaya koyabilecekleri eşitlikçi bir alan oluşturması özellikle önem arz ediyor. SistersLab aracılığıyla STEAM alanlarında hâlihazırda çalışan kadınlar için ortak paylaşım alanının oluşmasıyla bireysel olarak yaşadıkları zorlukların genele bakıldığında sık rastlanan durumlar olduğunu görmüş oluyorlar. Bu sayede mesleki anlamda zorluklara karşı hissedilen yalnızlık, dayanışmayla birlikte bir nebze etkisini yitirmiş oluyor ve kolektif bir dayanışma bilinci ortaya çıkıyor. SistersLab ekosisteminde lise öğrencilerinden akademisyenlere, sosyal ve teknik alanlarda öğrenim gören öğrencilerden sivil toplum alanında çalışan deneyimli kişilere; geniş bir gönüllü kitlesi yer alıyor. Güngör, proje üretimi, eğitim ve farkındalık çalışmaları konusunda topluluk olmanın gücünden önemli ölçüde faydalandıklarını söylüyor. Güngör'ün sorularımıza verdiği yanıtlar içinde yer alan aşağıdaki ifadeler, bir çağrı niteliği de taşıyor. Maya Angeolu’nun dediği gibi “Bir kadın, ne zaman kendi sesini duyurmak için ayağa kalksa, planlamamış bile olsa, tüm kadınlar için de ayağa kalkmış olur.” Deneyimlerimiz, yaşadığımız zorluklar, haksızlıklar birbirine çok benziyor. Ancak bununla beraber bu zorluklara karşı mücadelemiz de bir. Umutlarımız yalnızca kendimiz için adil ve aydınlık bir gelecek inşa etmek değil, tüm kız kardeşlerimizle birlikte bunu el ele yapabilmeyi amaçlıyoruz.

Kolektif bir dayanışma bilinci: SistersLab

Aralık 9, 2021

·

Makale

Teknolojide rol model kadınlar yetiştirmek: UP School

Odağımız teknolojide kadın istihdamı. Neden önemli, neden gerekli, güncel veriler ne söylüyor gibi sorularımızı eğitim teknoloji girişimi UP School'un kurucu paydaşlarından Mina İlköz'e yöneltiyoruz. Sabancı Üniversitesi Ekonomi bölümü mezunu olan İlköz, 1,5 yıl önce ortağı Melike Aydın'la "kadınları teknolojiyle yükseltmek" amacıyla UP School'u kuruyor. İlköz, UP School'u "teknolojide rol model kadınlar yetiştiren bir eğitim teknolojisi girişimi " olarak tanımlıyor. İlköz teknolojide kadın istihdamıyla ilgili görüşlerine dair sorularımıza birkaç veriyle başlıyor. Verilere göre Türkiye'de teknolojide kadın istihdam oranı %10, dünyada ise %30'larda seyrediyor. Diğer yandan teknoloji, küresel çapta yetenek açığının en çok görüldüğü sektörler arasında yer alıyor. Bilgi teknolojileri, veri analizi, web tasarım gibi alanlardaki yetenek açığının %70 seviyelerinde olduğuna dikkat çeken İlköz; üniversitelerin şirketlerin yeni mezunlarda beklediği yetkinliklere dair eğitim vermek konusunda da yetersiz kaldığını düşünüyor. Forbes Technology Council'in önümüzdeki 10 yılda yazılımcı sayısının %75 artacağına ilişkin öngörülerini paylaşan İlköz, şöyle diyor: Bir yanda, nüfusun yarısını oluşturan, teknoloji alanında potansiyeli keşfedilmemiş kadınlar; diğer yanda ise global bir yazılımcı açığı görüyoruz. UP School’da biz de bu verimsizliği azaltmak, teknolojide kadın istihdam oranını artırmak için çalışıyoruz. Daha çok kadın yazılımcı olduğunda gençlere rol model olacak, ilham verecekler. Rol model sayısını artırmamız gerekiyor. Endişeler, memnuniyetsizlikler, topluluk ihtiyacı Kadınlara yazılım alanında uzmanlık kazandıran ve potansiyellerini açığa çıkarmalarına yardımcı olan UP School; Data Analysis, RPA, Android ve Frontend Development gibi sektörde çok ihtiyaç duyulan alanlarda eğitim programları tasarlıyor. İlköz; program mezunlarının kariyerlerine Getir, Ford Otosan, Hepsiburada, Akbank, Türkiye İş Bankası, Coca-Cola İçecek gibi şirketlerde devam ettiğini söylüyor. İlköz; şimdiye dek 6.000'i aşkın başvuru alan ve 400'ü aşkın genç kadınla mülakat gerçekleştiren UP School adaylarının bazı endişelerinin, memnuniyetsizliklerinin ortaklaştığına dikkat çekiyor. Üniversite mezunları iş bulmayla ilgili çok endişeliler, kaygılılar. İlk 5’te yer alan üniversitede okuyanlarda da Anadolu üniversitelerinde okuyanlarda da bu hissediliyor. Seçtikleri bölümden memnun olmayan genç sayısı da çok fazla. Bu sebeple, farklı bir alana girmek için çalışıyorlar. Online eğitim platformlarını takip ediyorlar fakat değişim sürecinde yalnız oldukları için kısa zamanda pes ediyorlar. Sorularını sorabilecek, ya da birlikte eğitim alabilecek bir topluluk ortamı onların hayallerine tutunmalarını sağlıyor. UP School da burada kritik bir yer alıyor: Kız kardeşlik kültürünün ve topluluk odaklı öğrenme modelinin eğitim içerisinde yer alması. Hikâyeler Adana'da Endüstri Mühendisliği alanında iş bulamayıp satış elemanı olarak çalışmaya başlayan, sonrasında UP School RPA programına seçilerek İstanbul merkezli bir teknoloji firmasında RPA Support Engineer olan ya da siyasal bilimler mezunu olsa da veri alanındaki kariyer hedefiyle dört aylık Data Science programının ardından Türkiye İş Bankası'nda Data Analyst olarak görev alan mezunların hikâyeleri, kadınların teknolojide istihdamını artırmanın ve teknolojide rol model kadın sayısı çoğaldıkça yaşanacak kültür dönüşümü ve değişiminde topluluk oluşturmanın önemine dair ipuçları taşıyor.

Teknolojide rol model kadınlar yetiştirmek: UP School

Aralık 9, 2021

·

Makale

Pandemide kadının görünmez emeği, işsizliği ve şiddet

Türkiye’de Mart 2020’de hayatımıza giren pandemi, birçok alışkanlığın değişmesine yol açtı. Bunların başında da çalışma düzeni geldi. Bu dönemde “evden çalışma” modeline geçilen ya da çalışmaya ara verilen birçok işin de kadınlar üzerindeki etkisi oldukça ağır oldu. Ev işlerinin kadına yüklenmesi, çocuk bakma sorumluluğunun “annede” olması gibi toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dayalı rollerin pandemide yeniden ortaya çıkmasıyla kadınların yükü ve emeği arttı. Bu “rutin işlere” evden çalışma modeli nedeniyle belirsiz saat aralıklarında çalışma da eklenince kadınlar kendilerine ya da keyif aldıkları aktivitelere ayıracak vakti dahi bulamadı. Medyascope’tan Fırat Fıstık’a konuşan Tuğçe Arıduru bu durumu şöyle anlatıyor: “Evden çalışan kadınlar, sürekli evde oldukları için ev işleriyle daha çok ilgilenmek durumunda kalıyor. Eşim her ne kadar paylaşmaya çalışsa da adil paylaşım olmuyor çoğu zaman. Onun durumu hep ‘yardım’ seviyesinde kalıyor. Yerleşmiş ve kanıksanmış olan geleneksel aile düzeni ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dayalı roller kadın-erkek arasındaki iş bölümünü maalesef ev işinde de etkiliyor ve kadının emeğini her zaman görünmez kılıyor.” Pandemide şiddet de arttı Tüm dünyada koronavirüs döneminde kadına şiddet artarken Türkiye’de de durum farklı olmadı. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı'nın 11–23 Mart arasında bakanlığa bağlı konuk evlerinde kalan kadınlarla yaptığı araştırmada kadınların %32'si pandemi sürecinde evde gördüğü şiddetin arttığını söyledi. Kadın örgütleri de Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekileceğini açıkladığı mart ayından bu yana erkek şiddetinin daha da arttığını; ancak kadınların güvencesiz hissettiği için güvenlik birimlerine başvurmaktan vazgeçtiklerini aktardı. Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Başkanı Canan Güllü bu durum için şunları söyledi: “Türkiye, İstanbul Sözleşmesi’nden çekildikten sonra aramalar azaldı. Mart ayında acil yardım hattına gelen aramalar 632 iken, nisanda 471 çağrı geldi. Martta gelen çağrılardan 112’si ev içi şiddet başvurusuydu, bu sayı nisanda 80’e düştü. Bu durum şiddetin azalmasıyla değil, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıldıktan sonra kadınların güvencesiz kaldığını düşünmesiyle açıklanabilir." Kadın işsizliği %43’e ulaştı Pandemide sorumluluğun ve şiddetin artmasının yanı sıra kadın işsizliğinde de büyük oranlarda artış yaşandı. DİSK'in hazırladığı rapora göre, salgının etkisiyle iş kaybı ve geniş tanımlı kadın işsizliği oranı %43'e ulaştı. Her 4 kadından 1'inin istihdamda olabildiğinin bildirildiği raporda, Covid-19 salgınında Mart 2021 dönemine dek 867 bin kadının iş gücünden çekildiği aktarıldı. Rapora göre, ümitsiz kadın işsizlerin sayısında ciddi yükseliş yaşandı; Kasım 2019’da 297 bin olan sayı, son bir yılda 805 bine yükseldi. DİSK-AR Kadın işsizliğinin birçok farklı nedeni bulunuyor. İşverenlerin “anne” ya da “hamile” olan kadınları çalıştırmak istememeleri, mülakatlarda “Çocuk düşünüyor musun?” sorularıyla karşılaşılmasına kadar gidiyor. Bu uygulamaların yanı sıra, çalışma saatleri, iletişim ve görev dağılımı gibi birçok konuda da mobbinge uğrayan kadınlar günün sonunda çoğu zaman istifa etmek ve haklarını bırakmak zorunda kalıyor. İşsizlik, kadınları kayıtsız çalışmaya itmesinin yanı sıra şiddeti de artıran unsurlardan biri hâline geliyor. Ekonomik bağımsızlığı olmayan birçok kadın, şiddete “katlanmak zorunda” hissediyor. Kadın işsizliğinin çözümü için en başta toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması gerekiyor. Canan Güllü, “Sadece siyasi karar mekanizmalarında değil ‘eşit işe eşit ücret’ mekanizmalarının harekete geçmesini bekliyoruz.” diyor.

Pandemide kadının görünmez emeği, işsizliği ve şiddet

Kasım 29, 2021

·

Makale

Müzik ve teknoloji bileşiminde bir etki çemberi: Beats By Girlz Türkiye

Ne oluyor? Geçtiğimiz günlerde British Council Türkiye #KültürdeKadınGücü Destek Programı kapsamında Türkiye’de kariyerinin henüz başındaki genç kadın müzisyenler için hazırladığı atölye ve mentorluk programı Benim Şehrim, Benim Sesim için başvuru sürecini başlatan Beats By Girlz Türkiye, bir yandan farklı başlıklar altında atölyeler düzenliyor. Neden önemli? Geçtiğimiz haziran ayında çalışmalarına başlayan Beats By Girlz Türkiye, toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması için müzik ve teknoloji bileşiminde etki çemberini genişletmek amacıyla kuruldu. Kadınların ve kız çocuklarının haklarının korunması ve müzik sektörüyle etkileşimlerinin artırılması için faaliyet gösteren Beats By Girlz Türkiye, temsilcisi olduğu ve her geçen gün genişleyen global ağın desteğiyle çalışmalarına devam ediyor. Ne söyledi? Kadınlar için müzikle ilgilenme ya da yapma yollarını kolaylaştırmayı amaçlayan Beats By Girlz Türkiye'nin kurucu direktörü müzisyen ve ses tasarımcısı Beril Sarıaltun’a merak ettiklerimizi sorduk. Beril Sarıaltun Müzik endüstrisinde toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması için küresel bir ağın parçası olarak neler yapıyorsunuz? İstanbul dışındaki şehirlere erişim için ilerlettiğiniz farklı çalışmalar var mı? Sizinle röportaj yaptığım an itibariyle dünyada 37 yerde faaliyet gösteren Beats By Girlz ağının bir parçası, Beats By Girlz Türkiye olarak bu yıl itibarıyla çalışmalara başladık. Türkiye özelinde projeleri temelde iki eksende yürütüyoruz: eğitim projeleri ve görünürlük çalışmaları. Eğitim projeleri Beats By Girlz Türkiye’nin yıl içerisinde belli periyotlarda düzenlediği atölyelerden ve kurumlarla ortaklıklar geliştirerek oluşturduğumuz projelerden oluşuyor — kasım-aralık dönemi Beats By Girlz Türkiye atölyelerine başladık. Bununla beraber 22 Kasım itibarıyla başvuruları başlayan British Council Türkiye’yle ortak yürüttüğümüz Benim Şehrim, Benim Sesim projesi kurumlarla iş birliğiyle yaptığımız eğitim projeleri olarak örnek verebileceğim çok heyecan verici bir başka çalışma. Eğitim projelerimizde yalnızca İstanbul’la sınırlı kalmadan Türkiye’nin tüm şehirlerine imkanımız el verdiğince ulaşmayı hedefliyoruz. Yaptığımız görünürlük projeleri de alternatif bir müzik tarihi yaratmayı ve sektörde müzisyen kadınların görünürlüğünü sağlamayı amaçlıyor. Atölyeler başlamadan önce katılımcılarla görüşme yapmanızın amacı nedir? Gerçekleştirdiğiniz temel ve ileri seviyedeki atölyelerde nasıl bir süreç tasarımı oluşturdunuz? Beats By Girlz Türkiye atölyelerine katılan herkesle tanışmak, koşullarını öğrenmek önceliğimiz oluyor. Burada eğitimler ücretsiz olduğu için gerçekten düzenli katılacak, müzik alanına amatör ya da profesyonel emek vermeye gönüllü kişilere ulaşmak bizim için gerçekten önemli. Katılanların kendilerine özel, müzik prodüksiyonunda kullanabilecekleri bir bilgisayarlarının olduğuna emin olmak gibi takip etmemiz gereken teknik detaylar da var tabii ki. Başlangıç düzeyindeki müzik prodüksiyonu atölyelerinde katılımcılar ritim, aralık ve akor teorisi, gamlar, şarkı formları, düzenleme gibi müziğin temel öğelerine bir giriş yapmış oluyorlar. İleri düzey müzik prodüksiyonu atölyelerindeyse müzik teknolojileri ve prodüksiyona yönelik temel kavramlar uygulamalı bir şekilde ele alınıyor. Bu çalışmalara katılanlar dijital araçlarla kendi şarkılarını üretmeyi öğreniyorlar. Beats By Girlz Türkiye eğitimlerini katılımcılar için tek seferlik bir atölye programı şeklinde kurmamaya özen gösteriyorum. Örneğin, yaz atölyelerine katılanlarla kasım-aralık döneminde birkaç oturumda tekrar buluşacağız. Özetle, müzik yapmayı öğrenmek isteyen kadınların ihtiyacı olabilecek destek mekanizmalarını farklı eğitim programları geliştirerek karşılamayı amaçlıyoruz. Beril, Beats By Girlz Türkiye'yi anlatıyor Kreşendo isimli haftalık bir e-posta yayınınız var. Burada gerçekleştirdiğiniz müzik yayıncılığının temel motivasyonu nedir? Haftalık e-posta yayının toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasında nasıl bir rolü var? Bir sesi, enstrümanınız veya vokalinizle icra ederken git gide daha gür, şiddetli ve yüksek duyurmayı karşılayan bir müzik terimi kreşendo. Zaman içerisinde güçlenmeyi, sesin daha yüksek çıkmasını işaret etmesi, bizim için bir aradalığı vurgulaması anlamına da geliyor. Kreşendo’nun haftalık yayını için çalışan ayrı bir ekibi ve yayın yönetimi var — Beats By Girlz Türkiye’nin vizyonunun yalnızca müzik eğitimi projeleriyle sınırlı olmadığının birebir örneği. Kreşendo’da Türkiye müzik sektörünün gündemi ve müzisyen kadınların en yeni üretimlerini izleyerek hazırlanan özel içerikler oluyor. Ayrıca her hafta bir müzisyen kadını konuk yazar olarak ağırlıyor, yaygın akım tarih yazımında kendine yer bulamayan hikâyeler ve müzik dünyasındaki en güncel haberlere yer veriyor. Beats By Girlz Türkiye’nin eğitim misyonuyla ilişkili olarak her hafta müzik teorisine ilişkin bir konu da en basit hâliyle okuyuculara aktarılıyor. Hedef kitlemize özel birebir bir içerik oluşturmayı çok değerli buluyorum. Bir taraftan kültür-sanat alanında yazıp çizen ya da spesifik olarak müzik üzerine düşünen yayın o kadar az ki! Ekim ayında yayın hayatına başladık ama umuyorum Kreşendo daha çok destek bulacak ve sürdürülebilir bir şekilde okuyucularla buluşmaya devam edecek. Aposto!'da 16 Günlük Aktivizm kapsamında 10 Aralık İnsan Hakları Günü ’ne dek ANGST, Aposto! Gündem, Punto, Quando, Spektrum, Pareto, apéro, Duende ve Soli yayınlarında Türkiye’de kadın haklarına, kadın hareketine, insan haklarına, LGBTİ+ haklarına ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dair makalelere, röportajlara yer veriliyor. Koleksiyonun tamamına ulaşmak için bu bağlantıyı kullanabilirsiniz.

Müzik ve teknoloji bileşiminde bir etki çemberi: Beats By Girlz Türkiye

Kasım 26, 2021

·

Makale

Türkiye'nin kadına yönelik şiddet karnesi

İlkim Emirler 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü'nde Türkiye'nin dört bir yanında kadınlar, "Kadına şiddete hayır" dedi. Kadın inisiyatiflerinin çağrılarının ardından İstanbul - Taksim Tünel’de bir araya gelindi; Kayseri, Samsun, Adıyaman, Muğla, Urfa, Sakarya gibi illerde basın açıklamaları gerçekleştirildi. Türkiye'de 1 Temmuz 2021 itibarıyla resmî olarak uygulaması durdurulan İstanbul Sözleşmesi'nin yeniden yürürlüğe girmesi için çağrı yapıldı. İstiklal Caddesi'ndeki yürüyüşe polis müdahalesi oldu. 1 yılda neler yaşandı? bianet'in medya kuruluşlarının haber sitelerinden derlediği haberine göre; Türkiye'de 1 Ocak 2021- 23 Kasım 2021 tarihleri arasında en az 285 kadın öldürüldü. Kim öldürdü? 172 kadın eşi, eski eşi ya da sevgilisi tarafından, 52 kadın ağabeyi ya da babası gibi aile fertleri tarafından öldürüldü. 28 kadını komşu ve arkadaşları, 12 kadını evine giren hırsız erkekler öldürdü. En az 37 kadını öldüren erkeklerin yakınlık derecesi basına yansımadı. Nerede öldürüldü? 173 kadın ev içinde, 82 kadın sokak, ormanlık alan, iş yeri gibi ev dışındaki alanlarda öldürüldü. 30 kadının nerede öldürüldüğüyse basına yansımadı. Her 3 kadından 1'i şiddet mağduru Hacettepe Üniversitesi'nin nisan ayında TBMM'ye sunduğu raporda Türkiye'de her 10 kadından 4'ünün yaşamının bir döneminde şiddete maruz kaldığı belirtildi. Mayıs ayında TBMM Kadına Yönelik Şiddetin Sebeplerinin Araştırılması Komisyonu'na yapılan çalışmalar hakkında bilgi veren Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Derya Yanık, 15 yaşından büyük her 3 kadından 1'inin yaşamının herhangi bir döneminde fiziksel ve/veya cinsel şiddete maruz kaldığını açıkladı. Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suçlarla Mücadele Örgütü'ne göre geçtiğimiz yıl 81 bin kadın öldürüldü. DW Türkçe'nin aktardığı Avrupa Parlamentosu verilerine göre AB üyesi ülkelerde kadınların üçte biri bedensel ve cinsel şiddete maruz kalıyor. Her hafta ortalama 50 kadının aile veya ilişki içi şiddetten hayatını kaybettiği belirtiliyor. 25 Kasım Kadın Platformu İstanbul Sözleşmesi Türkiye, 20 Mart'ta İstanbul Sözleşmesi'nin tek taraflı olarak feshedildiğini duyurdu. Karar 23 Mart'ta Avrupa Konseyi'ne de bildirildi. Karar 30 Nisan'da Resmî Gazete'de yayımlandı ve 1 Temmuz tarihinde sözleşme sona erdi. Fesih kararının durdurulması için hukuki mücadele verildi; ancak geçtiğimiz hafta Danıştay, Türkiye'nin sözleşmeden çekilmesiyle ilgili kararın durdurulması yönündeki talepleri reddetti. Sözleşmenin iptali sonrası neredeyse her gün kadına şiddet veya kadın cinayeti haberi basına yansıdı. Bu olayların birçoğunda failler ya düşük cezalara çarptırıldı ya da kamuoyunun tepkisi nedeniyle yeterli cezalar aldı. Beklentiler ne? Kadın dernekleri ve muhalefet, İstanbul Sözleşmesi'nin yeniden yürürlüğe girmesi ve bu kez uygulanmasını talep ediyor. Avukat Yağmur Kerimoğlu İstanbul Sözleşmesi'nden çıkılmasının yanlış bir siyasi hamle olduğunu belirterek "Bu hamle devletin ve yargının erkek egemen tavrının daha güçlendirilmesi, zaten korunmasız hisseden biz kadınların daha da çaresiz hissetmesi dışında bir işe yaramadı. Erkekler bu durumdan cesaret aldı mı? Elbette aldı.'' diyor. CHP Kadın Kolları Başkanı Aylin Nazlıaka dün yaptığı açıklamalarda iktidara geldiklerinde İstanbul Sözleşmesi'ni yürürlüğe koyacaklarını belirterek "Bizler, en temel hakkımız olan yaşam hakkımıza sahip çıkmak için direniyoruz. Kadınların can simidi olan İstanbul Sözleşmesi'nden bir gece yarısı, tek adamın kararıyla çıkılmasını asla kabul etmiyoruz." ifadelerini kullandı. DİSK dün yaptığı basın açıklamasında ILO 190 sayılı "İşyerinde Şiddet ve Tacizle Mücadele Sözleşmesinin" onaylanması için çağrıda bulundu. Avrupa Birliği Eşitlik Komiseri Helena Dalli, hâlihazırda İstanbul Sözleşmesi'ne imza atmış olmasına rağmen resmen onaylamamış olan Avrupa Birliği'ne ve üye ülkelere çağrıda bulundu.

Türkiye'nin kadına yönelik şiddet karnesi

Kasım 26, 2021

·

Makale

#KayıtsızKalmayın: 16 Günlük Aktivizm

Bugün 25 Kasım Kadınlara Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü. Birleşmiş Milletler, her yıl küresel ölçekte 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Gününde başlayıp 10 Aralık İnsan Hakları Gününe kadar süren "16 Günlük Aktivizm" isimli bir kampanya yürütüyor. Kampanya, 1991’den bu yana kadın ve kız çocuklarına yönelik şiddetin önlenmesi ve ortadan kaldırılması için platform ve strateji olarak kullanılıyor. Birleşmiş Milletler Kadın Birimi (UN Women), 2012’den bu yana düzenlediği kampanyalarla Türkiye’de kadınlara yönelik şiddete karşı farkındalık yaratıyor ve herkesi şiddetin önlenmesi için hareketin bir parçası olmaya davet ediyor. Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin "Dünyayı Turuncuya Boya" çağrısından hareketle geçtiğimiz yıllarda "Ateş böcekleriyle karanlığı aydınlat", "Sen de bir ateş böceği yak, karanlığı aydınlat" gibi temalarla dijital ve fiziksel etkinlikler düzenleyen UN Women, bu yılki kampanyasını #KayıtsızKalmayın mottosuyla somutlaştırıyor. Bu kapsamda UN Women, herkesi kadınların maruz bırakıldığı şiddete "kayıtsız kalmamaya" çağrıyor. "Ben de kayıtsız kalmıyorum!" demek isteyen herkes, kampanyaya sesleriyle www.atesbocekleri.info internet sitesi üzerinden destek olabiliyor. Kampanyanın internet sitesinin ziyaretçileri ev, sokak, arkadaş grubu, sosyal medya, iş yeri, spor kulübü gibi farklı mekânlarda şiddet içeren durumlar hakkında senaryolara ulaşabiliyor; olası müdahaleler ve şiddet içeren bir duruma karşı önlem almanın yolları konusunda bilgi sahibi olabiliyor. Aposto! da 16 Günlük Aktivizm kapsamında 10 Aralık İnsan Hakları Günü’ne dek ANGST, Aposto! Gündem, Punto, Quando, Spektrum, Pareto, apéro, Duende, Soli yayınlarında Türkiye’de kadın haklarına, kadın hareketine, insan haklarına, LGBTİ+ haklarına ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dair makalelere, röportajlara yer veriyor. Koleksiyonun tamamına ulaşmak için bu bağlantıyı kullanabilirsiniz.

#KayıtsızKalmayın: 16 Günlük Aktivizm

Kasım 25, 2021

·

Makale

Dünden bugüne Türkiye'de kadın hareketleri

“Feminizm için hâlâ ve uzun süre, patriyarkayla mücadele birinci planda olacaktır. “Özel olan siyasidir” kavramı geçerliliğini bugün de otuz yıl önceki gibi korumaktadır. Dolayısıyla Türkiye’de aile içi şiddet kadar, son on yılın gündeme getirdiği, kadın cinayetleri türü şiddet biçimlerine karşı mücadele sürecektir. Daha yapacak çok şey var. Yılmak yok. Top artık, beşinci ve altıncı kuşak feministlerde…” - Şirin Tekeli Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de başta siyasal durumlar olmak üzere değişen konjonktür hak savunuculuğunu etkilediği kadar kadın hareketlerini de etkiliyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin bugününe baktığımızda kadınların her alanda mücadelesinin sürdüğünü; ancak -ne yazık ki- temel mücadelesinin “yaşamak” olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle kadınları koruyan İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesi kadınları hak mücadelesinin en temel noktalarına taşıyor. Peki Türkiye’de kadınların mücadelesi nasıl başladı? Birey olma mücadelesi Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu ilk dönemlerde kadınların mücadelesi Tekeli’nin anlatımına göre “söz söyleme hakkı, eğitim hakkı, çalışma hakkı ve aile içinde saygın bir yer edinme hakkı” için savaşmakla başladı. Derneklerle örgütlenen kadınlar, üniversite okuma, fabrikalarda çalışma ve boşanma hakkı gibi dönem için önemli kazanımlar elde etti. "Kadınlar Halk Fırkası” adıyla ilk kadın partisi kurulmak istense de o dönemde dernek kurma izni verildi. 1926'da kadınlara yıllarca uğruna mücadele verdikleri medeni haklar, 1930 ve 1934'te de siyasi haklar tanındı. “İkinci dalga”: 1980’ler 1935 ve 1980 arasında Türkiye’de kadınların hak mücadelesi devam etse de kayda değer gelişmeler sağlanamadı ; ancak özellikle 1980 sonrasında ortaya çıkan “ikinci dalga” olarak da adlandırılan bağımsız feminist hareket, Sevgi Çubukçu’nun deyimiyle tam bir ‘isyan’ hareketine dönüştü. 1979’da Birleşmiş Milletler’de kabul edilen “Kadınlara Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi”ni Türkiye de imzaladı. Kadınlar, sözleşmenin iyi şekilde uygulanması için hükümetin acil önlem almasını isteyen "Kadınlar Dilekçesi” isimli bir dilekçe yazdı ve 6 bin imza topladı. Bu gelişmelerin ardından 82-90 yılları arasında özellikle İstanbul ve Ankara’daki kadınlar küçük gruplar hâlinde kadın hakları ve özgürlüklerine yönelik sempozyumlar, kampanyalar, yürüyüşler düzenledi. Kadınlar Dayağa Karşı Dayanışmaya: İzinli ilk kitlesel yürüyüş ise 1987 yılında yapıldı. Yürüyüşün nedeni 10 Eylül 1985’te hâkim Mustafa Durmuş’un bir kadının eşinden gördüğü şiddet karşısında açtığı davayı, ‘Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin’ atasözünü gerekçe göstererek reddetmesiydi. Protestolarda Kadıköy iskelesinden Yoğurtçu Parkı’na çıkan yaklaşık 2 bin 500 kadın “Dayağa hayır” dedi. Bianet Eyleme katılan Mor Çatı gönüllüsü Birgül Akay GazeteKadıköy’e o günü şöyle anlatıyor: “Kadıköy iskelesine geldiğimizde umduğumuzun çok üzerinde bir kalabalıkla karşılaştım. Hatta Bu yürüyüşten haberdar olmayan kadınlar bile iskeleden Kadıköy Boğa’ya doğru bizlere eşlik ediyorlardı. Caddenin iki yanındaki binalardan kadınlar heyecanla alkışlıyor üzerimize çiçekler atıyorlardı. İskelede çiçek satan kadınlar ‘bu neyin yürüyüşü?’ diye sorup ‘koca dayağına karşı’ yanıtını aldıklarında, ‘bizler de dayak yiyoruz, bizler de yürüyeceğiz’ diyerek aramıza katılıyorlardı.” Farklılar dönemi: 90’lar 1990 yılına gelindiğinde kadın hareketlerinde farklı bir yüz ortaya çıktı. 1995’te ilk bağımsız kadın sığınağını açan Mor Çatı’nın çağrısıyla 1998’de kadın sığınakları kurultayları toplanmaya başladı. 90’lı yıllarda kadınlar geleneksel tanımların dışında “radikal, sosyalist, eşitlikçi, müslüman, Kürt, liberal vb. feministler şeklinde farklılıkları temel alan ayrımlarla tanımlanmaya başladı.” Düdüklü protesto: 80’lerden 90’lara geçişte kadınlar, sokakta aktif olarak yer almaya başladı. 89’da çeşitli illerde "cinsel tacize hayır" eylemleri başlatılırken 1990 Kasım ayında dönemin Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Cemil Çiçek'in "flört fuhuştur" ve "feminizm sapıklıktır" beyanlarını protesto eden kadınlar düdükle sokaklara döküldü. Twitter Çiçek’e yönelik protesto hafızalarda en çok yer eden protesto olsa da 25 Ekim 1997’de İstanbul’da Mor Çatı Feminist Kadın Çevresi, Jujin, Jiyan Kadın Kültürevi, Roza gibi kadın örgütleri Meclis'te bekleyen aile içi şiddetin önlenmesine dair kanunun çıkarılması için bir araya geldi. Beyoğlu’nda neredeyse her ay düzenlenen yürüyüşlerin ardından farklı illerden birçok kadın kanun için imza toplayıp, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Işılay Saygın’a verdi, yasa 17 Ocak 1998'de kabul edildi. 8 Mart kutlamaları Öte yandan kadınlar, 8 Mart 1992’de bir araya gelerek düzenledikleri gösteride polis müdahalesine maruz kaldı. 5 yıl sonra Mor Çatı, Barış için Kadın Girişimi, HADEP, KESK, ÖDP, Feminist Kadın Çevresi ve 8 Mart Kadın Platformu gibi gruplara üye kadınlar bir araya gelerek Şişli’de ‘Artık Örgütlü’ yürüyüşü yaptı. Örgütlenen farklılıklar: 2000’ler 1990’lar döneminde kadınlar arasında farklı tanımlamalarla ortaya çıkan farklılıklar harekete renk ve çeşit getirirken kadınlar bir araya gelerek eylem platformları oluşturmaya devam etti. Bu platformlar aracılığıyla Medeni Kanun, Ceza Kanunu ve Anayasa’daki önemli değişiklikler gerçekleşti. Kadın hareketinin bu dönem kazanımları; cinsiyet ayrımcılığını yasalardan kaldırma, muhtemel ayrımcılıklara itiraz etme ve kadınların güçlenmesine dönük talepler çerçevesinde elde edildi. Hareketler: 2000’lerdeki önemli hareketlere baktığımızda; Dayağa Karşı Dayanışma Kampanyası’nın 20’nci yılı vesilesiyle düzenlenen şenliği, 2007 genel seçimlerinde milletvekili adayı olan vesikalı kadınlara destek kampanyasını, Novamed’de direnen kadın işçilerle dayanışma kampanyasını, 2009 yerel seçimlerinde feminist belediye başkan adayını destekleme kampanyasını saymak mümkün. "Kadın değil aile"ye başkaldırı: 2010’lar 2010’lara gelindiğinde dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın söylem ve eylemlerinden yola çıkarak kadınları ve kadın hareketlerini en çok meşgul eden konuların: “kadının aile içinde tanımlanması, esnek çalışmanın ev-iş hayatı kıskacında kadınlar için kurtuluş olarak sunulması, kürtaj ve sezaryen yasaklarının ilan edilmesi ve 3 çocuk taleplerinin dayatılması olduğunu görüyoruz.” Erdoğan’ın 3 çocuk talebi, “kürtajın cinayet” olduğuna yönelik söylemler ve devamında sezaryen doğuma da komplo yakıştırması yapılması bu dönemde “direkt olarak kadınların yaşam tarzlarına ve bedenlerine dair müdahaleler içeren, kadının değil ailenin güçlendirildiği ve kadın hareketinin verdiği mücadeleler sonucu elde ettikleri kazanımları geri almaya çalışan politika ve uygulamalar” olarak değerlendirildi. Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı'nın adının “Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı” olarak değiştirilmesi de bu değerlendirmeyi doğrulayan bir yaptırım olarak karşımıza çıktı. Kadınların da isyanı: Gezi Kadınların hayatları ve bedenleri üzerindeki baskı ve otoriteye karşı öfkesi Gezi ayaklanmasının da önemli bir bileşeni oldu. Kadınlar; Gezi’de bir kere daha bedenleri, kimlikleri, emekleri ve hayatlarının özgürleşmesi için sokaklardalardı. Gezinin ardından kadınların sokağa döküldüğü olay Özgecan Aslan’ın ölümü oldu. Twitter Yaşam mücadelesi: günümüz Günümüzde kolektif bilince sahip olan kadın örgütleri özellikle kadına karşı şiddet ve kadın cinayetleri konusunda tepkilerini ve cinayetleri durdurmak için çalışmalarını devam ettiriyor. Kadın hareketleri İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesine yönelik tepkilerini de sürdürüyor. 2000’lerde farklılıklarla doğan örgütlerin; bu uzantısının devam ettiğini görmek ve söylemek de mümkün; ancak en başta da söylediğimiz gibi geçmiş dönemlerde kadının birey olma mücadelesi bugün bambaşka bir hak mücadelesiyle karşımıza çıkıyor “yaşamak”. Bu tüm kadınların hiçbir farklılığı gözetmeksizin sahip olduğu temel insan hakkı. Örgütlerin de hiçbir farklılık gözetmeksizin “bir arada” savunması gereken bir hak. Uluslararası Üniversiteli Kadınlar Federasyonu’nun (GWI) 100'üncü yılına özel hazırladığı dünyanın “100 öncü Kadın” listesine giren İstanbul Kadın Kuruluşları Birliği Koordinatörü ve hukukçu Nazan Moroğlu, kadınların mücadelesini nasıl kazanacağına dair şunları söylüyor: “Yaşam yürür, koşullar gelişir, laik devlette hukuk kuralları da buna uygun değiştirilir. Şimdi kadın hareketi olarak el ele kanunlardaki eşit hakların hayata geçirilme mücadelesini veriyoruz. Bu tek imzayla uluslararası sözleşmeleri fesheden yönetim sisteminde yolda zihniyet değişikliğinin kolay olmayacağını biliyoruz. Ama kadınların kararlı mücadelesi ile bunun da başarılacağına inanıyorum.” Şu çok değerli sözle yazıyı sonlandırmak isterim; "İnsan hakları kadın haklarıdır; kadın hakları da insan haklarıdır" Aposto!, Toplumsal Cinsiyete Dayalı Şiddete Karşı 16 Günlük Aktivizm kapsamında 16 Kasım’dan 10 Aralık İnsan Hakları Günü’ne dek ANGST, Aposto! Gündem, Punto, Quando, Spektrum, Pareto, apéro, Duende, Soli yayınlarında Türkiye’de kadın haklarına, kadın hareketine, insan haklarına, LGBTİ+ haklarına ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dair makalelere, röportajlara yer veriyor. Koleksiyonun tamamına ulaşmak için bu bağlantıyı kullanabilirsiniz.

Dünden bugüne Türkiye'de kadın hareketleri

Kasım 23, 2021

·

Makale

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ YAŞATIR

Berfu Şeker “Toplumsal cinsiyet karşıtı hareketler sadece gerici değil, aynı zamanda giderek otoriterleşen hükümetleri destekleyen faşist eğilimlerdir.” — Judith Butler Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden hukuksuz ve meşru olmayan bir şekilde çekilmesi dünyada giderek artan otoriter eğilimlerin de sonucu. Bugün dünya nüfusunun yarısından fazlasının otoriter liderler tarafından yönetildiği tahmin ediliyor . Çoğunluğun oyunu alanın, normatif kimlikler dışında kalan herkesi düşmanlaştırdığı, kutuplaştıran popülist dil aracılığıyla hem hedef hem de tehdit unsuru olarak işaretlediği bu politik ortamda, feministler ve LGBTİ+’lar hetero-patriyarkal toplumsal cinsiyet rejiminden başlayarak tüm sömürü, ezme ve ezilme biçimleriyle ilgili sistemsel dönüşüm talep ettikleri için en çok saldırı altında olanlar. İllüstrasyon: Irmak Hacımusaoğlu Kolay değil, on yıllar süren mücadeleler sonucu toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yarattığı zulme karşı pek çok kazanım elde ettik. Dünyanın çeşitli ülkelerinde kürtaj hakkı, eşcinsel evlilik ve trans hakları yasalar aracılığıyla tanınmaya devam ediyor — bunlarla ilgili küresel bağlamda politikaların üretimi için uluslararası mekanizmalar, sözleşmeler, kurumlar, uzman grupları oluşturuluyor. Mücadele ve kazanılanlar Bugün elde ettiğimiz kazanımların uluslararası alanda hak olarak tanınmaya başlandığı 90’lı yıllarda hem politik hem de düşünsel anlamda da önemli gelişmeler oluyordu. Queer kuram ve hareket, toplumsal cinsiyet kavramının tanımını genişleterek feminizmin öznesi tartışmalarını ve toplumsal cinsiyetin sınırlarını genişletiyordu — ikili cinsiyet sisteminin eleştirisi ni gündemleştiriyordu. Heteronormatif edimleri performatif bir şekilde ters düz ederek gündelik hayatı dönüştürme pratiklerini hayata geçiriyordu. Birleşmiş Milletler bünyesinde 1994 ve 1995 yıllarında peş peşe düzenlenen iki konferansın sonucunda toplumsal cinsiyet kavramı ilk kez BM tarafından kullanılmaya başlanıyor ve kürtaj hakkı başta olmak üzere cinsel hakların insan hakları olduğu kabul ediliyor. Bu durum, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ortadan kalkması için yasalar, uluslararası sözleşmeler ve politikalar oluşturulmasına, dolayısıyla erkek egemen sistemin nüfus politikaları, cinsiyetçi yasalar ve kurumlar aracılığıyla bedenlerimiz üzerinde kurduğu iktidarının sarsılması na yol açıyor. Toplumsal cinsiyet karşıtlığı Vatikan gibi ülkeler özcü tez lerini sarsan bu gelişmelerden oldukça rahatsız oldular çünkü onlara göre kadınlarla erkekler "fıtrata göre farklı" — yaradılıştan gelen bu durum ve bunlara bağlı rolleri var ve birbirlerinin tamamlayıcısılar. Burada Recep Tayyip Erdoğan’ın şu sözlerini hatırlamakta fayda var: “Kadın erkek eşitliğine inanmıyorum. Onun için fırsat eşitliği demeyi tercih ediyorum. Kadın ve erkek farklıdır, birbirinin mütemmimidir ( tamamlayıcıdır ).” Toplumsal cinsiyet eşitliği düşüncesi bu görüşü derinden sarsıyor, bu sebeple tüm toplumsal korkuların altında toplanabileceği “toplumsal cinsiyet ideolojisi” kavramını ortaya atarak toplumsal cinsiyet karşıtı hareketlerin oluşması için küresel ağlar kurmaya başlanıyor. Bu küresel ağlar, akademi, BM, AB, sivil toplum, medya kuruluşları gibi alanlara girerek toplumsal cinsiyet karşıtlığı adı altında toplumsal paranoyaları toplumsal cinsiyet ve LGBTİ+ hakları üzerinden harekete geçirmek üzere sistemli ve örgütlü bir şekilde çalışıyor. Türkiye, Brezilya, ABD, Macaristan ve Polonya’da olduğu gibi bu düşünceleri savunan otoriterler iktidara geliyor ya da bu söylemleri benimseyerek iktidarlarını sağlamlaştırmaya çalışıyorlar . Polonya'da kürtaj yasağı protestolarından, #StrajkKobiet Fotoğraf: Omar Marques Otoriterleşme ve İstanbul Sözleşmesi 2010’lardan sonra iyice görünürlük ve etki alanı kazanmaya başlayan toplumsal cinsiyet karşıtı hareketler bazı yerlerde insan hakları karşıtı hareketler olarak da karşımıza çıkıyor. Devletlerin hesap verebilirliğini sağlamak üzere oluşturulan BM, Avrupa Konseyi gibi kurumlar toplumsal cinsiyet karşıtları tarafından hedef alınıyor. “ Millî egemenlik ” söylemleri altında patriyarkanın çıkarları koruma altına alınıyor. Örneğin Macaristan, Slovakya, Bulgaristan, Latviya, Çek Cumhuriyeti gibi ülkeler Vatikan’ın başlattığı, Rusya’nın ve ABD'nin yükselttiği toplumsal cinsiyet karşıtlığı üzerinden İstanbul Sözleşmesi ’ni onaylamadılar. Türkiye’yle yakın ilişkileri bulunan sağcı Polonya hükümeti Türkiye’nin hemen ardından sözleşmeden çekilmek için parlamentoya bir yasa teklifi sundu. Bu yasa kabul edilmese de Polonya’nın sözleşmeden çekilerek “ Aile Hakları Sözleşmesi ” oluşturma niyetinin olduğu biliniyor. Sözleşmenin toplumsal cinsiyet eşitliğine dayanması, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği ifadelerini geçirmesi nedeniyle “aile yapısını bozduğunu,” bunun “Batı’nın dayatması” ve “yerli ve millî bir sözleşme” yapılması gerektiğini savunan iktidarın söylemleri bu küresel hareketin söylemleriyle örtüşüyor. İstanbul Sözleşmesi’nden bir gece yarısı tek adamın kararıyla Türkiye’nin çekilmiş olmasını tüm bu küresel gelişmeler bağlamında da düşünmek gerekiyor . Bu hareketler tarafından hedef alınan feminist ve LGBTİ+’ların birlikte mücadele etmesi, ittifakların diğer hak temelli hareketlerle de kurulması elzem. Judith Butler’ın da dediği gibi “ zaman, antifaşist dayanışma zamanı .” Zaman ulusötesi mücadele ağlarını güçlendirmenin, birlikte mücadelenin, kesişimsel yaklaşımların zamanı. Zaman queer feminizmin açtığı imkânları hayata geçirme zamanı.

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ YAŞATIR

Kasım 16, 2021

·

Makale

HERKES İSTEDİĞİ GİBİ YAŞASIN

Bağımsız gazeteci ve Herkes İstediği Gibi Yaşasın 'ın yazarlarından Büşra Cebeci 'yle Türkiye'de kadın olmak üzerine konuşuyoruz. Röportaj: Alara Demirel "Türkiye'de kadın olmak" senin için ne demek? Bu doğrultuda deneyimlerin nasıl şekillendi? İçine doğduğumuz dünyada kadın olmak başlı başına bir mücadele alanı ya da sebebi. Yetişkinlik dönemimize erişene kadar çocukluk, ergenlik, ilk gençlik dönemlerimiz çoğumuzun içinde yaralar bırakıyor. Yama yapa yapa kendimizi büyütüp o hâlimizle de ciddi bir mücadelenin içerisinde yer alıyoruz , bu yamaların boyutuna göre de yer yer kimimiz daha agresifiz belki. Şimdi hatırlıyorum da kız çocuğuyken "erkek gibi" giyinip erkek jargonuyla konuşurdum mahallede. Küçücük yaşta bile erkek çocuklarının konforlu alanının peşindeymişim sanki. Lisede eve daha geç girmek için bir markette çalışmaya başlamıştım, işten çıktığımda kendimi o kadar özgür hissediyordum ki günde 12 saat çalışmak da aylık 500 lira maaş da canımı sıkmıyordu. Üniversiteyi bitirip İstanbul’a geldiğimde aileme “Zorunlu staj yapmam lazım,” demek zorundaydım çünkü benim yanlarından ayrılıp başka bir şehre yerleşmem hayali bile kurulacak bir şey değildi. Başarısız olma gibi bir seçeceğim yoktu — kadın olmanın bendeki en büyük yüklerinden biri buydu, sürekli “Başarısız olursan aile evine dönersin,” motivasyonuyla sırtlandım çoğu şeyi . O kadar uzun bir süre başarısız olmaktan korktum ve kimseye belli etmemeye çalıştım ki hâlim kalmadığında bile kendimi, ruhumu, bedenimi çok fazla zorladım . “Bunu yapabilir misin?” denen hiçbir şeyi geri çevirmedim; öğrenmek için çabaladım, öğrendikçe iş yüküm arttı; kendimi daha fazla zorladım; daha fazla şey yapabildiğimde takdir yerine daha yetersiz görülmeye başladım çünkü artık daha fazla efor sarf etmem bekleniyordu. Erkeklerin hâlâ epey egemen olduğu bir sektördeyim ve kadın olarak burada yer almak gerçekten zor. Başarılı olmak için yaptığınız her şey, bir erkek tarafından rahatlıkla “Kadın olmanın pozitif ayrımcılığı” olarak adlandırılabiliyor . Yoruldum deme hakkınız, zayıf olma hakkınız elinizden alınıyor. Fark ettim ki önceden “Ne kadar güçlüsün!” dendiğinde bu hoşuma giderdi. Şimdi bunu duyunca söyleyenin ağzına bir tane çarpasım geliyor. “ Hayır, güçlü olmak zorunda değilim, siz bana insan gibi davranmak zorundasınız ,” diye bağırmak istiyorum. Büşra Feminist politika gündelik pratiklerine nasıl yansıyor? Kendini bu hareketlerin neresinde konumlandırıyorsun? Dediğim gibi, deneyimlerimiz sonucu kimimiz daha agresifleşebiliyoruz. Bu bir savunma mekanizması belki de. Bu gibi savunma mekanizmaları, etrafımızdaki insanları, o insanların bize karşı tavrını belirliyor. Artık karşımıza geçip apır sapır konuşma hakkını çoğu kişi kendinde bulamıyor ve her meseleye rahat rahat salça olabiliyorum. Bunun için de daha iyi bir meslek düşünemiyorum — gazetecilik biçilmiş kaftan. Başka kadınların hikayelerini anlatmak, paylaşmak, kimisinin de yüzüne çatır çatır vurmak gibi bir yerde konumlanıyorum bu noktada. Örneğin nafaka mağduru erkekler ağlıyor mu? Çoğu kadının bırakın nafaka talep etmeyi, hayatta kalabilmek için köşe bucak nasıl saklandıklarını bu “aşırı mağdur” erkek bireylerin suratına çarpıveriyorum . Asla unutamadığım bir röportajım vardı. Kadın şiddet gördüğü kocasından kaçıp, boşanma davası açıyor, "Erkek çocuğu göreceğim!" diye yeri göğü inlettikten sonra çocuğu bir inşaattan atmaya çalışıyordu. Bu anın haber videosunu izleyip günlerce kendime gelememiştim. Sadece bir röportajla bile bu erkeklerin tüm iddiaları çökmüştü. Kadın nafaka bile talep edememişti; çocuk için mahkemece belirlenen 100 TL bile bu erkek tarafından asla ödenmemişti; “Biz çocuklarımızı polis kontrolünde görüyoruz,” diye zırlayan erkeklere bunun ne kadar doğru bir uygulama olduğu bir örnek üzerinden bile kanıtlanmıştı. Mesleğim bu noktada benim için müthiş bir mücadele zemini ve bu alanı tutmaya devam etmek beni de mesleğe ve hayata bağlıyor . Gazetecilik deneyimin, kendi hikâyeni mikro-tarih anlatıcılığı değerinde paylaşışın bana "Kişisel olan politiktir," söylemini hatırlatıyor. Bunun hayatına yansıdığını düşünüyor musun? Akla mantığa uymayan her şey haber değeri taşıyor ve ben haberlerimi çoğu kez kendi hayatıma mercek tutarak buluyorum. Ortalama bir insanım; ortalama bir kadının yaşadığı hayattan fazlasını yaşamıyorum, korkularımız ve endişelerimiz, çoğu derdimiz gerçekten ortak . Biliyorum ki hiçbir şey bana özgü değil, benim başıma gelenin bin türlüsü bir sürü insanın başına geliyor. Birden fazla hikâyeyle ortaya çıkan ürün de bunu tüketen pek çok insanı hem doyuruyor hem de aynı sorunla cebelleşen insanı güçlü kılıyor. Şimdiye dek aldığım çoğu geri dönüş bu şekilde, “ Artık kendimi yalnız hissetmiyorum ,” diyen pek çok insan var, mesaj kutularım buna benzer mesajlarla ağzına kadar dolu. Tüm bunlar elbette beni de güçlü kılıyor çünkü yalnız ve tuhaf hissetmenin ne olduğunu ben de çok iyi biliyorum ve bu noktada okuyucuyla güzel bir alışverişimiz var. İki taraf da birbirini güçlü kılıyor. "İranlı ve Türkiyeli kadınlara, onların mücadelesine yakışması dileğiyle ." — Büşra Herkes İstediği Gibi Yaşasın ve Türkiye’deki iktidarın otoriterleşmesi ve kutuplaştırıcı siyasete devam etmesi bağlamında nerelerde ortaklık görüyorsun? Kitabın ortaya çıkışı asla bir dine, ideolojiye bağlı insanları incitmek, eleştirmek, yargılamak için değil. Amaç tam da bahsettiğin gibi otoriterliğini her gün iyiden iyiye hissettiren muhafazakar iktidarın kutuplaştırıcı söyleminin kadınları nasıl bir yalnızlığa, çaresizliğe ittiğini ve baskı altına aldığını göstermek . Bu noktada çok içime de sindi çünkü biz sadece var olan durumun fotoğrafını çekip insanlarla paylaştık. Durum öyle absürd ki üzerine doğru düzgün yorum yapmaya bile gerek kalmadı. “Neler oluyor?” veya “Biz ne yaşıyoruz?” sadece derli toplu anlatarak ve aktararak pek çok insanın hayatına dokunabiliyorsunuz. B u kitabın bana öğrettiği şey bu. Kitapta sadece başörtüsünü çıkaran kadınların öyküleri var — sunuş ve sonuç bölümünde özellikle üzerinde durduğum, uzun zamandır gözlemlediğim bir mesele daha bulunuyor. Muhafazakar iktidar, “kolladığını” ve haklar “lütfettiğini” iddia ettiği başörtülü, dindar kadınların üzerinde nasıl bir baskı oluşturuyor ? Başörtülü olmanın sadece bundan olmaktan ibaret olmadığını, kadınların her eylemlerini dizginleyen, belirleyen; kamuya, yargılamaya, eleştirmeye açık hâle getiren bir nesne olduğunu açık açık anlatmak benim için çok önemli — birçok kadının da sırf bu sebeplerden başörtüsüne veda ettiği hikâyelerde de açıkça görülüyor. Kadınlar, var oldukları her alanda bu lütfedildiği iddia edilen haklarının yüzüne vurulmasından bıkmış hâlde. “Makul” başörtülü olmamak, çoğu zaman başörtüsüz olmaktan daha zor çünkü o örtü büyük bir kesim ve iktidar için “sen bizdensin”in göstergesi hâline gelmiş durumda. Çok fazla kadın bu algı kırmak için inanılmaz bir direniş gösteriyor . Editörün notu : Büşra Cebeci'nin YouTube kanalına buradan ulaşabilirsin.

HERKES İSTEDİĞİ GİBİ YAŞASIN

Kasım 16, 2021

·

Makale

ANIYORUZ

Transgender Europe 'un her yıl düzenli yaptığı araştırmaya göre Türkiye, Avrupa'da en çok trans cinayetlerinin gerçekleştiği ülke konumunda. Bir devlet politikası hâline gelen cezasızlık problemiyle birlikte failler işledikleri nefret suçları karşısında âdeta ödüllendiriliyor. Bu sistematik şiddet sarmalı karşısında LGBTİ+ örgütleri ve aktivistleri mücadelelerini büyütmeye, kimseyi geride bırakmamaya çalışıyor — karar alıcılara önleyici ve koruyucu adımlar atması için çağrıda bulunuyor. İllüstrasyon: Semih Özkarakaş 20 Kasım Nefret Suçları Mağduru Transları Anma Günü 'nün ardından, bu anma haftasında kaybettiğimiz arkadaşlarımızı saygıyla anıyoruz. Trans cinayetleri politiktir .

ANIYORUZ

Kasım 23, 2021

·

Makale

ÖN YARGI SUÇU

Sosyal Politika, Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği (SPoD)'un Politikalardan Sorumlu Genel Koordinatörü Av. Hatice Demir 'le nefret söylemleri, suçları ve tanımlanışı üzerine konuşuyoruz. Röportaj: Marsel Tuğkan Gündoğdu Nefret suçu nedir? Özellikle nefret söyleminin nefret suçuna nasıl evrildiğini bize kısaca açıklayabilir misin? Nefret suçu, diğer adıyla ön yargı suçu , bir kişi ya da gruba karşı ön yargı saikiyle işlenen suçtur. AGİT, nefret suçunu "Bir kişiye veya gruba karşı ırk, dil, din, cinsiyet kimliği ve/veya cinsel yönelim gibi nedenlerle duyulan ön yargıyla işlenen, doğrudan ve dolaylı şiddet içeren suçlar," olarak tanımlıyor. Nefret söylemi , "Bir kişiye ya da gruba karşı ırk, yaş, ulus, din ya da cinsel yönelim/cinsiyet kimliği gibi saiklere dayanarak nefret ifadesi içeren veya bu kişilere şiddet uygulanmasını teşvik eden aleni konuşmak," anlamına geliyor. Tanımından da anlaşılacağı üzere nefret söylemi zaten doğası gereği hedef kitlesini nefret söyleminin ilgilisi kişi ya da gruba karşı şiddete örgütlüyor. Yakın zaman önce mültecilere yönelik nefret söylemlerinin kamuoyunda ivme kazanması üzerine Altındağ’da mültecilerin evlerinin ve dükkânlarının yağmalanması sonucuyla karşılaştık — bizzat bürokratlar tarafından dillendirilen açıklamalar, faillere yaptıklarının meşru olduğu ve cezasız kalacağı inancını sağlıyor . İfade özgürlüğü ve nefret söylemi arasında çok ince ama önemli bir ayrım var. Bu konuyu nasıl değerlendiriyorsun? Esasında ifade özgürlüğüyle nefret söylemi arasında ince gibi görünen keskin bir ayrım var . Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bu sınırı açıklamak için hoşgörü paradoksu kavramından bahsediyor — hoşgörüsüzlüğü güçlendirecek fikirlere hoşgörüyle yaklaşılması hâlinde bunların hoşgörüyü ortadan kaldırması riski ortaya çıkıyor. İfade özgürlüğü, kamu otoritesinin müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ve vermek özgürlüğünü de içeriyor. Nihayetinde ifade özgürlüğüyle nefret söylemi arasındaki makas değerlendirilirken AİHS’in 17. Maddesinde yer alan “ Hakkın Kötüye Kullanılması Yasağı ” da önemli bir değerlendirme kriteri — mahkeme, nefreti teşvik eden ifadeler bakımından doğrudan şiddet çağrısının varlığına gerek görmüyor, ön yargı dolu ifadelerle toplumun belirli bir kesiminin aşağılanmasını veya lekelenmesini de ifade özgürlüğünün sınırlandırılması bakımından yeterli görüyor. Bütün bunların söylem sahibinin kamu otoritesindeki yeri, söyleminin medyada yer bulma kudreti, söylemin bağlamı ve zamansal olarak hedef grubu nasıl etkileyeceği de elbette önem taşıyor. Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, pandeminin başında bir Cuma hutbesinde herkes evlerine kapanmışken ve bu sıkışmışlığa dair öfke duyarken LGBTİ+ları, HIV'le yaşayanları ve nikahsız yaşama pratiklerini pandeminin sebebi olarak gösteren açıklamalar da bulundu. Erbaş'ın üst düzey bir bürokrat olması; hedef aldığı grupların zaten Türkiye toplumunda dezavantajlı gruplar konumunda bulunması; pandemi gibi büyük bir krize dair duyulan kaygının üst düzey olduğu bir dönemde bilimsellikten uzak şekilde bu grupları hedef alması; bu düşüncelerini kamu otoritesini kullandığı ve dinleyenlerinin davranışlarını etkileme kudretinde olduğu bir Cuma hutbesinde zikretmesi gibi birçok sebep, ilgili ifade ifade özgürlüğünün sınırlarının aşıldığı ve nefret söylemine dönüştüğü durumuna örnek oluşturuyor. Türkiye'de nefret suçlarından en çok devletin “ makbul vatandaş ” saymadığı, eşit yurttaşlık mücadelesi yürüten gruplar ve elbette ki mülteciler etkileniyor. Dolayısıyla LGBTİ+lar; Kürtler ve Ermeniler gibi “azınlık” sayılan etnik kesimler; kadınlar; çocuklar; seks işçileri; HIV'le yaşayanlar; sakatlar; mülteciler gibi gruplar sürekli nefret söyleminin hedefi oluyor. Bu hâlde, bir de ilgili kişi bu kimliklerin kesiştiği bir noktadaysa — Kürt bir trans kadın ya da sakat bir mülteci gibi — nefretin çok kolay hedefi olabiliyor. İllüstrasyon: Aslı Alpar Türkiye nefret suçunu nasıl tanımlıyor? Türkiye esasında nefret suçunu tanımlamıyor. TCK’nin 122. Maddesinde 2014 yılında bazı değişiklikler yapıldı ve “Artık bizim de nefret suçları yasamız var,” dendi. Fakat bu yasa, çeşitli sebeplerden oldukça işlevsiz kalıyor. Birincisi, yasada nefret ve ayrımcılık sebepleri sınırlı sayıda (tahdidi) sayılıyor — örneğin, bunlar arasında cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği yok . Yasada “vb.” ifadesi de kullanılmadığı için bir kişi eşcinsel olduğu için işe alınmazsa bu maddenin korumasından faydalanamıyor. Yasa, sadece saydığı fiillerin gerçekleştirilmesi hâlinde bunun nefret ve ayrımcılık suçu oluşturacağını söylüyor . İnanılmaz ama bu fiiller arasında örneğin kasten öldürme yok . Yani o kadar garip ki bu ceza kanununa göre biri birini nefret saikiyle işe almayabilir ve bu durumda — mağdur kanunda sayılan gruplardan biriyse — fail cezalandırılabiliyor. Örneğin, bir kişi başka bir kişiyi cinsiyet kimliğinden dolayı öldürürse bu TCK 122'nin kapsamına girmediği gibi nefret suçu olarak da tanımlanmıyor . Çünkü sadece göstermelik olarak yapılan, fiiliyatta neredeyse hiçbir ihtiyaca çözüm üretmeyen bir nefret suçu yasası var. Cezasızlık ülkenin en yakıcı problemlerinden birisi. Nefret suçlarının cezasızlıkla sonuçlanması, faillerin âdeta ödüllendirilmesini nasıl değerlendiriyorsun? Nefret suçlarıyla mücadele ederken bizlere düşen sorumluklar neler? Ülkemizde bazı gruplara dönük ihlallerin doğrudan devlet eliyle teşvik edilmesi ve üst düzey bürokratlar ve kamu görevlileri tarafından kışkırtılması, bu suçların etkin soruşturma ve kovuşturmasının yapılmasını da engelliyor . Yukarıda bahsettiğim gibi zaten nefret söylemi ve suçlarına dair yapısal problemler varken buna bir de kamu görevlilerinin ön yargıları eklenince iş iyice içinden çıkılamaz bir hâl alıyor. Acilen nefret suçunu tanımlayan, AGİT kriterlerine uygun bir yasaya ihtiyaç var . Bunun yanında nefret suçlarıyla mücadelenin tek yöntemi elbette yasa yapmak değil. Ülkedeki kutuplaşma ikliminin son bulması, özellikle dezavantajlı gruplara karşı işlenen suçların cezasız kalmayacağının kamuoyuna açık ve net bir biçimde ifade edilmesi, toplumsal barış ve hoşgörünün yaygınlaşması için iktidara da muhalefete de sorumluluk düşüyor . Bizlerin de tekil olarak toplumsal barışın tesisi için daha çok politika üretmeli ve bunu çağırmaktan vazgeçmememiz gerekiyor. 20 Kasım Nefret Suçu Mağduru Transları Anma Günü vesilesiyle kaybettiğimiz trans arkadaşlarımızın acısını hep yüreğimizde taşıdığımızı, nefret suçlarından hayatta kalan translarla da dayanışmaktan hiç vazgeçmeyeceğimizi tekrar söylemiş olayım.

ÖN YARGI SUÇU

Kasım 23, 2021

·

Makale

EVRİM KEPENEK

ANGST İnsanları'nda iklim krizi, azınlık hakları, kimlik politikaları, döngüsel ekonomi ve aktivist kültürlerle ilgilenen, bunları kendi meselesi hâline getirenleri yakından tanıyoruz. Beşinci konuğumuz bianet 'te kadın ve LGBTİ+ editörlüğü yapan; bianet erkek şiddeti çetelesi ni hazırlayan ve toplumsal cinsiyet odaklı habercilik tarzını yaymaya çabalayan Evrim Kepenek . Röportaj: Alara Demirel Temsil meselesi, bir gazeteci olarak gündelik pratiklerine en yansıyan meselelerden biri. Kendini bu hareketlerin neresinde konumlandırıyorsun ve bunu haber diline nasıl yansıtıyorsun? Türkiye’de maalesef hayatın her alanında olduğu gibi kadınlar “değersizleştiriliyor” ve “yok sayılıyor.” Kadın gazeteciler de öyle — daha doğrusu öyleydi. Özellikle Feminist Hareketi ’nin mücadelesi ve kadın gazetecilerin bu sorunu dillendirmeleri ile bu konuda adımlar atıldı. Geçmişe göre şu anda kadın gazeteciler daha güçlü bir şekilde medyada yer alıyor. Birçok alternatif kanalda kadın gazetecileri de yönetici olarak görmeye başladık. Bu da sözünü ettiğim durumun iyileşmenin kanıtı gibi. Elbette yetmez, yetmiyor. Nasıl ki Türkiye’de kadın hareketi önemli bir muhalefetse ise kadın gazeteciler de medyada bir devrim sürecinin içinde ve ilerleyişinde. Haberde kurduğumuz dil çok önemli — şiddeti yeniden üretmemeli, kadınlara ve çocuklara yeniden zarar vermemeli. Bu dilin niyetini ortaya koyarsak sonrası zaten yansıyor dilimize. Türkiye'de kadınlık deneyimine sahip bir gazeteci olmak gündelik hayatına nasıl yansıyor? "Bugün de bununla ilgilenmeyeyim," diyemediğin bir gündemde kendini nasıl koruyorsun? Korumuyorsun — rüyamda öldürülen kadıları, istismar edilen çocukları görüyorum. Bu benim hayatımı çok derinden etkiliyor ama bu sorun değil. Çünkü kadınlar ve çocuklar Türkiye'de büyük bir risk altında ve tam da bu nedenle bu sorunların üzerine gitmek, daha da görünür yapmak gerekiyor . Artık otobüste, sokakta veya yemek yerken — her yerde — meselelere kadın erkek eşitliği açısından bakıyorum . Yani ben haberimi yazarken sadece benden bir şeyler almıyor, beni de güçlendiriyor. İki yönlü bir habercilik. “Özel alan politiktir,” ilkesi kadın bir gazeteci olmakla birebir örtüşüyor. Hiçbir konu benden bağımsız değil; hiçbir konu tam olarak benimle de ilgili değil. Bir sistem sorunu var ve bu sistematikleşmiş patriyarka sorununu gündeme getiriyorum . Zor ve zahmetli ama yapılması gereken bir habercilik. Evrim Şanslıyım ki bianet’in kurulduğundan beri toplumsal cinsiyete dayalı bir yayın politikası , birikmiş bir bilgi var — ben üzerine yenilerini ekleyip paylaşıyorum. Diyorum ya, bu konuda şanslıyım ve destekleniyorum. Bu verilen kıymetinin farkındayım. Okur da aynı şekilde beni destekliyor. Bunu hissetmek çok iyi geliyor insana, çalışma gücü veriyor. Elbette “Bir dur," dediğim günle de, anlık durmalarım da oluyor. Bunu gün içinde de zaman zaman yapıyorum. Hakkımda bir soruşturma açıldı ve farklı farklı kadın hareketlerinden destek mesajları geldi. Bu inanın çok önemli ve insanı ertesi gün daha güçlü uyandırıyor — tüm destekçi kadınlara ve LGBTİ+’lara özel olarak teşekkür etmek istiyorum. Kadın hakları ve LGBTİ+ haberlerini köşene taşıyorsun. Türkiye'de bu konuları ele almak nasıl bir deneyim? Seni en zorlayan ayrıntılar neler? Bu soru çok kıymetli. Beni zorlayan elbette bu ülkede düşünce ve ifade özgürlüğünün yeterince olmaması ve haberin kıymetinin bilinmemesi . Köşemde kadın bir akademisyenin sorununu gündeme getirdiğimde devlet yetkililerinden “Bu haberi yayından kaldır!” diye telefon alabiliyorum. Habere “Bu bir haber ve bir kadının derdi gündeme getiriliyor. Bu sorunu araştırıp çözeyim. İyi ki bu gazeteci sorunu gündemime taşıdı,” diyerek bakmıyor. Yaşadığım en büyük sorun bu. Tam bu nedenle sanki yazılarımın “ağlaklık” olarak algılandığını hissediyorum. Oysa onların amacı “Burada bir sorun var, çözün,” demek üzere kurulu. Her daim dayanışmayla .

EVRİM KEPENEK

Kasım 16, 2021

·

Makale